İlk kez Global Voices sitesinde yayınlanan bu makalede, Orta Doğu ve Güney Asya’nın karmaşık politik ve jeopolitik dinamikleri detaylı bir şekilde ele alınmaktadır. Bölgenin şu anki durumunu anlamak için, tarihsel bağlam ve güncel gelişmelerin iç içe geçtiği bu derin analiz, okuyucunun gözlerini açmayı amaçlamaktadır.
İtalyan Marksist filozof, yazar ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin “İntiharın umutsuzluğu ve iradenin iyimserliği” ifadesinden esinlenmiş olan bu makale, günümüzde bölgenin ruh halini ve güç yapısını irdelemektedir. Artık düşüncenin karamsarlığı, iradenin ise zayıflamasıyla şekillenmiş gibi görünmektedir. Devletleri ve halkları saran büyük bürokratik yapılar, toplumsal katılımı adeta boğmakta ve halkın kolektif iradesini tüketmektedir. Bu olgu, “halkın iradesi”nin yok olmasına ve yerine, daha fazla şüpheyle bakan, kendi çıkarlarını gözeten bir yönetici iradesinin egemen olmasına yol açmıştır. Bu derin karamsarlık, devletin büyümesine ve toplumsal gücün erimesine neden olmaktadır.
Geçen ay, Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Asim Munir’in Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı hızlı ziyaret dikkat çekicidir. Bu ziyaret sırasında, ABD Ordusu’nun 250. yıl dönümüne katılmak yerine, doğrudan Donald Trump ile görüşmüş ve bu toplantı, yerel medyada Trump’ın Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Orgeneral Munir, Mayıs 2025’te Hindistan’a karşı gerçekleştirilen füze ve hava operasyonlarında önemli rol oynamış deneyimli bir askerdir ve İran’ın başkenti Tahran’a yönelik 13 Haziran saldırısında da aktif olmuştur. Aynı dönemde, Pakistan’ın Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zaheer Ahmad Babar da ABD’yi ziyaret etmiştir.
Pakistan’da yaygın bir söz, ülkenin güç üçgenini şu şekilde tanımlar: “Allah, Ordu, Amerika”. Halk, bu üç gücü ülkenin temel taşları olarak görür ve ordunun liderliğinde ülkenin yönetildiğine inanır. Ancak, Çin’in bölgede giderek artan etkisi, bu geleneksel dengeyi sarsmakta ve yeni bir jeopolitik görünüm ortaya çıkarmaktadır. Çin ve Hindistan arasındaki rekabetin gölgesinde, Pakistan’ın bölgedeki role dair stratejisi yeniden şekilleniyor. 4 Temmuz’da, Hindistan’ın Orgeneral Rahul Singh, Çin’in Pakistan’a destek verdiğini iddia etmiş ve Türkiye’nin de askeri yardım sağladığını öne sürmüştür. Bu gelişmeler, bölgedeki güç dengelerinin ne kadar kırılgan olduğunu göstermektedir. Artık, bölgenin ana ekseni; din, asker ve ABD yerine, Çin, çatışma ve kaos üçgenine kayıyor gibi görünmektedir.
İran ve Pakistan arasındaki sınır yaklaşık 909 kilometre uzunluğundadır. Ancak, kaçakçılığı engellemek amacıyla yapılan sınır duvarı yalnızca 90 kilometrede tamamlanmıştır ve Pakistan, bu projeye gereken önemi göstermemektedir. Sınır boyunca, özellikle de sıvı yakıt kaçakçılığı sürmekte ve İran menşeli yakıtlar, sınır bölgelerinde ticarete konu olmaktadır. Baluch nüfusun yaşadığı bölgelerde militan gruplar, örneğin Baluch Kurtuluş Ordusu ve Jaish al-Adl gibi örgütler faaliyet göstermektedir. İran, bu militan gruplarla bağlantılı noktalara yaptığı füze saldırılarıyla dikkat çekmektedir. Ayrıca, Pakistan, Baluch militan hareketlerini kontrol altında tutmak için zaman zaman IŞİD-K gibi örgütlere izin verdiği iddialarıyla da gündeme gelmektedir. Baluchistan, hem İran hem de Pakistan için stratejik ve ekonomik açıdan oldukça kritik bir bölgedir; ancak aynı zamanda en az gelişmiş ve dışlanmış alanlardan biridir. Bu bölgedeki etnik ve dini farklılıklar, iki ülke arasında hassas bir denge oluşturmaktadır.
Geçmişte, İran ve Pakistan arasında genellikle diplomatik bir soğukluk hüküm sürmüştür. İran, uzun süredir bölgenin istikrarsızlığından ve bölgesel çatışmalardan etkilenmiştir. 1979 İran Devrimi sonrası, bölgedeki güç dengeleri değişmiş ve ABD ile İran arasındaki ilişkiler karmaşık bir hal almıştır. Pakistan ise, başlangıçta Sovyetler’e karşı Afgan muhaliflerini desteklemiş, ancak zamanla İran ile ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmiştir. Pakistan’ın nükleer programı, ABD ve diğer güçler tarafından dikkatle izlenmiş ve A.Q. Khan’ın İran’ın nükleer çalışmalarına yardım ettiği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Pakistan, Irak-İran savaşında Irak tarafını tutmasına rağmen, İran’a çeşitli silahlar satmış ve bölgedeki stratejik ilişkileri karmaşıklaştırmıştır.
9/11 sonrasında, Pakistan, ABD ile işbirliği yaparak Afganistan’a erişim sağlamış ve NATO operasyonlarını kolaylaştırmıştır. Ancak, 2018’de ABD, Pakistan’a ekonomik ve askeri yardımını kesmiş, fakat 2020’de Doha görüşmeleri sonrası bu yardımlar tekrar başlamıştır. Pakistan’da yaklaşık 20-25 milyonluk Şii nüfus yaşamaktadır ve bu topluluk, ülkenin iç politikasını ve İran ile ilişkilerini derinden etkilemektedir. İran’ın yaklaşık %90’ı Şii olan nüfusu da dikkate alındığında, iki ülke arasındaki rekabet ve işbirliği karmaşık bir hal almaktadır. Ayrıca, iki ülke arasında planlanan enerji projeleri ve enerji boru hatları gibi konular uzun süredir çözüm beklemektedir.
Afganistan ise, Pakistan için stratejik derinlik anlamına gelir. Pakistan ile Afganistan arasındaki resmi sınır olan Durand Hattı, uzun süredir tartışmalı bir konudur. Pakistan’ın istihbarat servisleri, Taliban’ı desteklemiş ve bölgede nüfuz sahibi olmaya çalışmıştır. Pashtunlar, hem Pakistan hem de Afganistan sınırları boyunca yaşayan ve bölgenin etnik yapısını şekillendiren önemli bir unsurdur. Pakistan, bu etnik bağları kullanarak bölgesel politikada avantaj sağlamaya çalışmaktadır. Ancak, Hindistan’ın Afganistan’daki nüfuzunu artırmasıyla birlikte, Pakistan Çin’den destek istemiş ve Gwadar limanını, Orta Asya’ya açılan bir kapı olarak geliştirmeye başlamıştır. İran’ın Chabahar limanı projesinin Hindistan’a devredilmesi ve İran’ın bölgedeki politikalarının değişimi, Pakistan’ı daha da karmaşık bir duruma sokmuştur. İran’ın, Hindistan ve Azerbaycan ile ilişkileri, Pakistan ve bölge ülkeleri arasındaki dengeyi etkilemektedir. İran ve Pakistan, bölgesel güç dengeleri içinde kendi konumlarını güçlendirmeye çalışırken, bölgedeki güçlerin ve ülkelerin hareketleri bu dengeyi sürekli değiştirmektedir.
Pakistan, bölgedeki en kritik ve karmaşık aktörlerden biridir. Nükleer silaha sahip tek Müslüman ülke olarak, İsrail’e karşı sert bir duruş sergilemekte ve bölgedeki iç sorunlarla uğraşmaktadır. İçerideki radikalizm ve etnik çatışmalar, sınırlarını ve istikrarını tehdit etmektedir. Komşusu İran ve Afganistan gibi istikrarsız bölgelere komşu olması, Pakistan’ı stratejik bir ateş çemberinin ortasına yerleştirmiştir. 1960’lardan itibaren Çin ile derin bağlar kuran Pakistan, Çin’in Batı’ya açılan kapısı olarak CPEC projesiyle bölgesel ekonomik entegrasyonu güçlendirmektedir. Ancak, Kashmir meselesinin Çin kontrolü altında kalması, Pakistan’ın uluslararası arenada hassasiyetle yaklaştığı bir konudur. Bugün, Washington, Pakistan’ı 2001 yılında olduğu gibi hâlâ bölgesel istikrarın temel taşı olarak görmektedir. Pakistan, bir yandan Afganistan’a açılan kapı, diğer yandan Çin’in müttefiki, ABD’nin isteksiz ortağı, İsrail karşıtı bir duruş sergileyen ve İran’a karşı konumlanan kritik bir ülkedir. Yakın gelecekte, bölgesel bir savaş veya barış görüşmeleri olsa da, Pakistan’ın tutumu dikkatle izlenmektedir. İsrail’e karşı tehditlerin artması ve bölgesel çatışmaların yoğunlaşması, Pakistan’ın jeopolitik konumunu daha da karmaşık hale getirmektedir.
Sonuç olarak, soru şudur: Pakistan eski üçlüsüne sahip çıkacak mı yoksa yeni ve daha tehlikeli bir dengeye mi kayacak? Bu bölge, hem düşünce hem de iradenin karamsarlığıyla mı şekilleniyor? Bu karamsar tablo içinde, umuda dair herhangi bir ışık doğabilir mi? Yoksa, Orta Doğu ve Güney Asya’nın kaderi, kan ve göç ile mi devam edecek? Bu soruların cevapları, bölgenin geleceğini belirleyecek ve dünya politikasını etkileyecektir.
Kaynak: Reza Talebi, Global Voices
Bu içerik CC BY 3.0 lisansı kapsamında Türkçeye çevrilmiş ve yeniden yazılmıştır.